
Ağacı severiz. Çünkü suyun yumuşaklığıyla
taşın sertliği arasında bir yerde tutar hep kendini. Tıpkı
insan gibi. Ne su kadar nahif ne de taş kadar çetindir gövdesi.
Sorsak, her ağacın kendine özgü bir karakteri olduğunu söyler eskiler. Belki de
binlerce yıllık insanlık tarihimizin ahşapla olan komşuluğuna dikkat çekmek
içindir bu. Türkülere, şarkılara, şiirlere konu olması boşuna değil. Dede
Korkut Masallarında Salur Kazan'ın oğlu Uruz idam edilmek üzereyken asılacağı
ağaca
bakarak;
“Ağaç ağaç, dersem sana arlanma ağaç Mekke ile Medine’nin kapısı
ağaç Musa Kerim’in asası ağaç
Büyük büyük suların köprüsü ağaç Kara kara denizlerin gemisi
ağaç
Şâh-ı Merdan Ali'in Düldülü’nün eğeri ağaç Zülfikar'ın kınıyla
kabzası ağaç
Şah
Hasan ile Hüseyin'in beşiği ağaç” diye seslenir.
Ağaçla
kurduğumuz ünsiyet dünyaya geldiğimiz günden beri devam ediyor. Çünkü biz ona
benzeriz, o bize benzer. Yapısı, karakteri, geçmişin
derinliklerine inen kökleri ve göğe ağan gövdesiyle insanı andırması başka
türlü nasıl izah edilir. Geçmişle gelecek arasındaki şimdinin
temsildir
bizim için ağaç.
GÜZELİN
FAZLASI OLMAZ
Bilen bilir; zordur ahşabı işlemek. Sadece
yapan için değil ahşap için de büyük bir meşakkat
sürecidir bu. Türlü aşamalardan geçer ağaç. Ezildikçe ezilir. Ne
kadar eza, cefa varsa başına gelir. Dalı budağı kırılır, yontulur, yongalanır.
Bir o tezgâhtan bir bu tezgâha yuvarlanır durur. Zımparası, tornası derken bir
ağaca yapılmaması gereken ne varsa üzerine boca edilir. Bu yüzden olsa gerek;
ahşabı işlemek, insanın o sonsuz yolculuğunu hatırlatır hep bize. Tıpkı insan
gibi onun da türlü belalara katlanarak süren bir yolculuğu vardır. Vadilerden
vadilere geçer bizim gibi! Başına ne geleceğini bilemediğinden her vadiyi ayrı
bir işkence sahası sanır kendine. Oysaki çektiği tüm çileler, üzerinde taşıdığı
hamlıktan, o kımıltısız çiğlikten zerre eser kalmaması içindir. Sonunda öyle
bir hale gelir ki ağaç, güvenin yiyemeyeceği, güneşin solduramayacağı bir
mukavemete ulaşır. Ortalama ömrüne bir ömür daha eklenir böylece. O, başına
gelen belalara tek bir şey için katlanır belki
de; üzerine nakşedilecek tezyinatı taşıyacak mukavemete ermek. Güzel olanın
nezafetini kaldırmak içindir tüm bunlara tahammül. Tıpkı insan gibi!
Ezilmemiş, çiğliği alınmamış olanın tadı hamlıktan mı öteye geçmiştir? Nerede!
Çilesi olmayanın, alnı cefa çizgisi ile çizilmeyenin üzerine ne konulsa
güzelleşebilir? Öyle olsaydı “Hangi taş ezmiş seni tadın böyle güzelleşmiş?”
der miydi
hiç
Hölderlin!
Yorum Yap