Hediyeleşmek kökü derinlerde olan
bir gelenektir bu topraklarda. Hediye o dur ki diğerkâmlığı işaret eder bizim
için, birinin diğerinde bırakmak istediği o anlamlı ize karşılık gelir belki
de! Her ne kadar modern zamanlar bu davranış biçimini birtakım özel günlere
hapsetmek istese de toplum olarak her anımızı hediyeleşmek için fırsata
dönüşecek bir tecrübeyle yaşamak isteriz. İsteriz ki verdiklerimizle
aldıklarımız arasında bir anlam birlikteliği oluşsun. Veren elle alan el
arasında kurulmuş olan dostluğun sıcaklığı daim olsun.
Hız ve hazzın tetiklediği bir
çağdan geçiyoruz. Her şeyin plastikleşerek değer kazandığı ve giderek insan
davranışlarının da naylonlaştığı dar bir geçitteyiz hepimiz! Her güne ait
olması gereken birçok özel anın sadece belli gün ve haftalara sıkıştırılması da
yaşadığımız çağın ruhuyla yakından ilgili.
“Yaşa ve Geç” deniliyor hepimize!
Yaşa ve Geç! Bu albenili sloganla uğradığımız zararın boyutlarını kestirmek
neredeyse imkânsız artık. Alışveriş alışkanlıklarımız dönüştürüldü; hızlıca
ulaşılabilen ve endüstriyel malzemelerle imal edilerek önümüze sürülen
ürünlerle çerçevelenmiş bir şekilde idame ediyoruz hayatımızı. Hediyeleşmek
için kolladığımız reflekslerimiz bile görece olarak maliyeti ucuz, dijital
pazar yerlerinin alışverişine uygun moda ürünlerle istismara açık hale
getirildi. Büyük sermayelerin gel-geç ürünleri ile kendimizi anlamlı bir yere
koymanın nafileliğini yaşamak gibi bir dayatmayla karşı karşıyayız artık. Aslında
bu makale, alternatifsiz gibi gösterilen bu devasa konseptin hiç de
alternatifsiz olmadığını, hediyeleşmek gibi büyük anlam ve önem içeren bir
davranışın hangi yöntemlerle içeriksizleştirildiğini göstermek ve bu derin
anlamı muhafaza etmeye çalışanların gösterdiği dirence kulak vermenin önemini
izah etmek üzere kaleme alındı.
İnsanın insana samimiyetidir
hediyeleşmek, bir gönülden diğerine aktarılan içtenliğin hesapsızlığını anıtlaştırmanın
en kestirme ifadesine karşılık gelir. Dolaysıyla bir elden diğer ele verilen
hediye sıradan bir ürün olmanın ötesine geçmiş demektir. O, bu haliyle içtenlik
duygusunun somut göstergesine dönüştürmüştür artık kendini. Bu gerçekten yola
çıkarak söylemek isteriz ki böylesi güçlü bir olgunun kapitalist amaçlara
kurban edilmesi fıtraten kabul edilemez. Bu yüzdendir ki insan olarak bizler
“yaşa ve geç” diyerek böylesi bir meseleyi sıradanlaştıramaz, “hatırası var”
durağının coşkun duygusunda gerekirse bir ömür beklemeyi seçeriz. Bu anlamda milyonlarca sayıda üretilen ve her
yerde bulunma özelliğiyle birbirinin benzeri olan endüstriyel ürünlerin hediye
verenle ve hediyeyi alan arasında hiçbir iz taşımayacağı açıktır.
Geleneksel zamanların derin
tecrübesine kıymet verenlerin halen daha kendi elleriyle yapıp ettiklerini
dostlarıyla paylaşmaya devam ettiğini biliyoruz. Göz nuruyla ördüğü örgüye,
elleriyle şekil verdiği taşa/ahşaba, resmettiği tabloya, yazdığı şiire, diktiği
deri cüzdana, döverek işlediği demire kendinden birçok duyguyu nakşederek dostlarına
aktaran insanların varlığı azımsanmayacak kadar çok.
Fark edildiği üzere bu ve benzer
ürünlerin ortak özelliği doğal malzemelerden yapılmış olmalarıdır. Daha da
önemlisi ise tüm bunların ‘biriciklik’ vasfıyla öne çıkmasıdır. Hediyeye ve
hediyeleşmeye asli anlamını verenler, bizzat kendi elleriyle üretme imkânına
sahip olamasalar dahi, hediye etmek üzere satın aldıkları eşyalarda bu
özelliklerin bulunmasına özen göstermeye devam ediyorlar.
Bizzat doğal (masif) ahşaptan
üretilmiş bir ayna çerçevesinin biricikliği malzemesinin özelliğinde saklıdır.
Hangi cins ahşap olursa olsun tıpatıp bir benzerinin olması ahşabın doğası
gereği mümkün değildir ve bu vasfıyla da tektir. Tıpkı kar taneleri gibi
birbirine benzer gibi görünse de yakından bakıldığından her birinin kendine
özgü bir karakteri vardır. Benzersiz çizgileriyle bir parmak izi gibi büsbütün
bir şahsiliği taşır kendi içinde doğal ahşap.
Öyle ki yıllar geçtikçe o’nu
muhafaza eden kişi ile dolaylı bir kader ortaklığı kurar ahşap. O’na bakanla
birlikte kendisi de yaşlanır. Bir miktar renk değişikliği olur zamanla teninde.
Yüzeyinde meydana gelen irili ufaklı çatlaklar onunla birlikte yaşlanan insanın
derisine sıcaklığıyla göz kırpar. Zamanın silinmez izi sahibiyle birlikte
kendisine de o derin mührünü vurur. Mevsimlerin etkisini, iklimlerin
değişikliğini üzerinde taşıyandır o. Gözle fark edilmese de, tıpkı bir insan
gibi, ortam koşullarına bağlı olarak genişler, daralır, uzar, kısalır, nefes
alır. Bir hatırayı diri tutmanın biricikliğiyle hayatta kalmaya çalışır. Ki o
hatıralar kendi mahreminde sevinç, hüzün, çocukluk, gençlik ve hatta
ihtiyarlıktan kalma izler taşır. Yaşamın tüm cilveleri sadece insanı değil o
ahşabı da etkisi altına almıştır.
Ahşabın bir ömürle kifayet
etmişliği varsa da, ömürlere tanıklık etmişliği de vardır. Nesilden nesile
aktarılan bir tanıklığın öznesi olur çoğu zaman. Geleneğin sahiciliği onun soluk
alıp veren canlılığında hayat bulur. Kimi zaman hakikat düşüncesiyle şekillenen
mimariyi, sanatla hayat arasında sürgit uzayan bitimsiz irtibatı nesilden
nesile aktarmanın mekânı olur. Kimi zaman aldığı yaralarla hırpalanır, tedavi
(onarım) edilerek kaldığı yerden yaşamaya davet edilir. Tedavinin bazen uzun
sürdüğü de olmuştur ki; ömrü tükeninceye kadar onarıldıkça onarılır, asla bir
kenara fırlatılıp atılmaz. Zira o hatıradır. Babadan oğula, dededen toruna,
yardan yarana, dosttan dosta bırakılan, birini diğerine hatırlatandır. Çok ama
çok kıymetlidir. “Yaşa ve Geç” çağının çılgınlığında yitip gitmek üzere olan
bir kavramı inadına muhafaza etmek için oracıkta durur, yorgun, yaşlanmış ve
olabildiğince mağrur.
İyi niyetli ustaların elinden
çıkmış doğal ahşaptan üretilen bir eşyanın/objenin elden elde, gönülden gönüle
uzanan benzersiz bir hikâyesini sevdiklerinizle paylaşmanın nasıl bir değere
sahip olduğunu siz kıymetli okurlara bırakıyor ve yeni demlenmiş bir çay
davetine icabet etmek üzere huzurlarınızdan ayrılıyorum.
Yorum Yap